top of page
Ara

Algı oyunları: Görsel kültür ve edilgen göz

Zihnimize akan milyonlarca görsel arasında hayatı nasıl anlamlandırıyoruz?

Görsel kültür toplumunun tabanını oluşturan elektronik ekranlar artık televizyonla kısıtlı değil. İş yerinde bilgisayar ekranından çalışıyoruz; işe ara verdiğimizde bilgisayar ya da telefon ekranından oyun oynuyoruz, video izliyoruz, mesajlaşıyoruz, sosyal medyaya bakıyor ya da en basitinden saate bakıyoruz veya müzik dinliyoruz. Bu ekranların hepsi görsellerin zihnimize tanımlanmasına aracı oluyor ve günün çok az bir diliminde bunlardan uzaklaşabiliyoruz. Zihnimizde yaratabilecekleri etkiyi, ne kadar masum olabileceklerini ve dahası, bunun ne kadar bilincinde olabildiğimizi düşünün. Hayatımızın neredeyse her alanına nüfuz ettiğini düşünürsek, bu kültürden bağımsız olamıyoruz.


Peki bu durum hayatı algılayış biçimimizi nasıl şekillendiriyor? Ekranlar ve gerçekliğimiz arasına duvar örüyor muyuz?

Geçmişten gelen görsellik

Görsellik insan hafızasında çok derin bir etkiye sahip. Bir insanın ismini unutsak da yüzü tanıdık gelebiliyor. Geçmişe baktığımızda yazının öncesinde iletişim aracı olarak ya da dini ritüellerin bir parçası ve hayatı anlamlandırma aracı olarak görsel figürler kullanılmıştır. Yine biz de bunu bugün mağara resimlerinden çıkarabiliyoruz. Beynimiz her zaman görselliğe güçlü yanıtlar vermiştir ve dilin yetersiz kaldığı durumlarda, görseller hafızada yer etmiştir. Fakat modern dünyanın sunduğu görsellik geçmişteki örneklerinden çok farklı. Görseller eskiden ne kadar anlatılmak isteneni aktarma aracıysa, günümüzde aktarılmak istenen anlamı bize sunup dünyamızı da ona göre anlamlandırmamızı sağlayabiliyor. Çünkü bu sefer sürekli, sınırsız, tüketilen ve tüketmeye teşvik eden bir görsellik söz konusu.

Seri üretim görüntüler

Oliver Wendell Holmes, 1859’da fotoğrafçılığı tanımlarken görselin nesnenin kendisinden daha önemli olacağını ve bu durumda nesnenin gözardı edilebileceğini dile getirmiştir. Bu daha görsel kültürün tam anlamıyla hayata girmesinden neredeyse yüz yıl kadar önce. Yani televizyonun icadından… Televizyonun icadı bile aslında gelişim adı altında, ekonomiyi canladırma taktiği olarak savaş sonrası Amerika’da icad edilmiş ve dünyaya yayılmıştır. Düşünücek olursak, televizyona ne kadar ihtiyaç vardı? Fakat teknoloji insanoğlunun gelişiminin en büyük göstergesi olduğu için gelişimin kendisi adına takdir edilmiş ve hayran kalınmıştır.


Akıllı telefonla birlikte ekranların hayatımıza nüfuz etme oranını düşündüğümüzde televizyon biraz daha hafif kalabiliyor. Fakat televizyonda seri görüntülerin olabildiğince çok ve ard arda verilmesi izleyicide bilinçsiz bir “görsel tüketim” yaratıyor. Burada kastedilen, aktif bir gözle görüntülerin derinine inip, hayatla ilgili bağlantılar kurarak beynin odaklanma ve sorgulama kısımlarını çalıştırma işleminden uzaklaşmamız. Ekran kapatıldığında izlenen içeriğe dair ne varsa büyük miktarda unutulur. Çok miktarda görüntü bir aradadır ve sürekli birini unutturup öbürüne geçmektedir. Bu görüntü akışına kendimizi bıraktığımızda onları anlamlandırmayı da bırakırız. Somut bir örnek olarak program reklam arasına girdiğinde hala aynı kanalda kalmaya devam etmemiz gösterilebilir.

Algı yaratımı ve tüketim toplumu

Tüketim kültürü bugünkü gelişimini görsel kültüre, medyanın gelişimine borçlu. Görseller düşündüğümüzden daha derin, bir o kadar da yüzeysel.


Michigan State Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, önceden bilindiğine kıyasla bugün beynin görmeyle ilgili bölümünün daha güçlü olduğuna inanıyor. Araştırmalarına göre, beynin görme merkezi, görüntüleri yorumlamaktan daha fazlasını yapıyor. Görme merkezi aynı zamanda karar merceği olarak görev yapabiliyor. “İnsan görmek istediğini görür” sözü aslında tam olarak bu ifadeyi destekler nitelikte. Bir görüntü birçok kişi için yine birçok farklı anlamlara evrilebilir. Göz ne görmek istiyorsa ya da ne anlam çıkarmak istiyorsa, kişinin geçmiş deneyimlerinden, bilinçaltına attığı verilerle bağlantı kurarak anlam çıkartıyor.


Bunların ışığında, televizyonun asıl ruhunu oluşturan reklamlar, yukarıda sözü edilen bilinçsiz seyir evresinden faydalanır. Görseller ne kadar yüzeysel ve zihin ne kadar uyuşuk gibi görünse de beynin görme merkezi çok güçlü ve edindiği verileri zihnin derinine işleyebiliyor. Reklamların tüketime yönelik çalışmalarını ele alalım. Evet muhtemelen hiçbirimiz herhangi bir reklam bize o markanın deterjanını almamızı söylediğinde markete koşmuyoruz. Fakat bu görsellerin zihinde yarattığı algı zaten bu yönde değil. Reklamcılık yöneticisi Stephan Garey’e göre, bu görseller kümülatif hareket ettiklerinde üzerimizdeki etkisini gösterebiliyor. Ardı ardına verilen deterjan, kot pantolon, şampuan, araba, oyuncak, bilgisayar reklamları bir araya geldiğinde bize vurguladığı şey: Satın almak.

Tüketim esaslı kimlik ve tamamlanma

Bizi biz yapan şeyin nelere sahip olduğumuz noktasındayız. Ortalamanın üstünde bir araba markasının reklamında arabayı kullanan kişinin görselinin bizde yarattığı “güçlü ve havalı kişi” imajını düşünün. Sonra bu kişinin uzun ve boş yollarda tek başına arabasını sürdüğünü ve onun yarattığı “özgürlük” algısını düşünün. Aslında üründen çok bu kişilik ve kavram algısını satıyor.


Tabii ki belirli bir süre sınırı olan senaryosunda, arabanın asıl önemli olan motor gücünden ya da güvenlik açısından hava yastığı sayısından bahsetmeyecektir. Ama zaten bu verilerle o sırada edilgen göze hitap edemeyecek de. Buradan çıkarılacak sonuç şu: Bir kişilik satın alıyorsak bu en iyi arabayla, en iyi telefonla ya da en iyi saatle, en gelişmişi ve en güncel olanı olmalı. Ekrandaki görseller ise bize hangilerinin böyle olduğunu hazır bir şekilde sunuyor.


Görsel kültür, dünyayı algılayış biçimimizi hız olması şartıyla şekillere indirgiyor. İndirgedi çünkü teknoloji ne kadar yükselmeye yönelik olsa da ya da dünyamızı daha karmaşık hale getirse de, sağladığı kolaylıklar, yarattığı algı biçimleri ve sözde anlam arayışımızı gidermek için sürekli olarak sunduğu ürün ve yaşam tarzlarıyla bizi düşünce derinliğinden çıkarıp “hazır anlam paketlerini” sunuyor. İçerikleri karar mercekleri belirliyor ve bir paket halinde satıyor. Bunlar, yaşam boyu peşinde koşmamız için verilen; duygusal, ruhsal ve fiziksel anlamda tamamlanmayı sözde garanti eden içerikler aslında.


Fakat ilerleme zaman gibi doğrusal bir çizgiyi takip ediyor ve sınırı yok. Yenilenebilir ölçüde olmadığı müddetçe de her daim daha fazlasını tüketmeye teşvik ediyor. Tüketimin bilinçli ölçüde devam edebileceği bir anlayışa ve tamamlanma ihtiyacımızı karşılayabilmemiz için maddi anlamda da yenilenebilir olan şeylere ihtiyacımız var.

Gerçekliğimize ne oluyor?

Telefon ekranı bize aynı anda her yerde ulaşabiliyor. Öyle ki hayatımızın büyük bölümünü oluşturan bir aracın gerçekliğimize yön vermesi şaşırılacak bir durum değil. Bu nedenle görüntü ve gerçeklik ikilemi o kadar iç içe geçmiş durumda ki beyin arasındaki duvarı kaldırabiliyor. Yukarıda bahsedildiği gibi, zihnin ayrıştırma ve bağlantı kurma özelliğinin geri plana atılması ile birlikte görselleri sorgulamayı ve gerçek hayatla ilişkilendirmeyi bırakıyoruz.


Görme merkezinin karar verme özelliğine sahip olması nedeniyle gerçeklerin gerektirdiklerini göz ardı edip görüntülerle tatmin olabiliyoruz. Görüntülerin hepsi mutlaka bir anlam taşımıyor. Fotoğraf kritiği Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine adlı denemesinde görsellerin dünyamızı duvarları olmayan büyük bir mağazaya veya bir müzeye çevirdiğini ve bizlerin de gerçekliği izleyen müşteriler ya da turistler olduğumuzu ifade eder. Aslında sadece bu ifadeyle bile anlatmak istediğim konuya açıklık getirebiliyorum. Görsellerin artık çok canlı, ikna edici ve gerçekçi olduğu bir dönemde onlarla aramıza duvar örmek zorlaşıyor. Tüm bu gelişmeler üstüne katarak ilerleyecek ve milyonlarca fotoğraf hafızada pek bir yer edinmeden birbirinin üstüne binecek.


Görsel kültür, getirdiği kolaylıklarla anlam derinliği ve bunun üstüne gösterilen çabayı silip süpürmeye devam edecek. Tüm bu sınırsız maddesel ihtiyaçlardan ayrı bir tamamlanma ve varolma yoluna başvurmamız; daha kalıcı mutluluklar edinmemiz gerekir.

0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page